03 Aralık 2005 Sayı: 2005/47 (47)

  Kızıl Bayrak'tan
  Yerel işçi kurultayları çalışmasının güncel sorunları üzerine
  Güvenlik Zirvesi ve Meclis'te suçlara örtü hazırlanıyor
  Suçların üstünü örtme operasyonu sürüyor
  İMF Türkiye raporu; Saldırı ve yıkım programlarına devam
Kurumlar vergisi düşürüldü; Sermayeye hizmette sınır yok!
"Büyük Eğitimci Yürüyüşü"; Zafer direnen emekçinin olacak!
  Yürüyüşün İstanbul kolu; Yaşasın örgütlü mücadelemiz!
  Eğitim emekçilerinin eylemlerinden
  Ümraniye İşçi Kurultayı toplanıyor!
  11 Aralık'ta söz, karar, inisiyatif Ümraniye'nin öncü işçilerinde!
  Asgari ücret oyunu başladı
  Asgari ücret mi, askeri ücret mi? / Yüksel Akkaya
  Milli Güvenlik Siyaset Belgesi üzerine/2 ABD emperyalizmine çok yönlü bağımlılık ve sadakatin itirafı / Orta sayfa
  Kimlik tartışması
  Düzen partileri değerlerimize el uzatamaz!
  İşkence uçakları, CİA ajanları Türkiye'de
  Şaron hükümeti yıkılırken bile toprak ilhakına devam ediyor
  Enerji tekelleri Irak'ı yağmalamak için pusuda bekliyor!
  Dünyada işçi hareketlerinden...
  Şemdinli'de açığa çıkan devlet terörüne karşı çalışmalar ve gençlik eylemleri
  Gazi'de Şemdinli protestosuna azgın polis saldırısı; Saldırıya yanıt direniş oldu!
  Gazi sokakları bir direnişe daha tanıklık etti!
  27 Kasım'dan bugüne
  ABD Latin Amerika'ya karşı
  Kuyrukçu liberalizmde derinleşme
  Mücadele Postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın


 

ABD Latin Amerika’ya karşı

4–5 Kasım’da, Arjantin Mar de la Plata’da yapılan Amerika Kıtası Zirvesinde Bush diplomasisine karşı gelişen sert muhalefet, ABD ve Amerika’nın geri kalanı arasında yaklaşık 200 yıldır süren zorlu ilişkilerin sona erişinin resmiydi. Bu durum olmadık yere gelişmedi ve ABD’nin durmadan tepetaklak gidiş hikâyesinin de kesinlikle sonu değildi.

Amerika Birleşik Devletleri 1823’lerin başında Monroe Doktrini ile Amerika kıtasının tümünü kendi özel rezervi ilan etmişti. ABD bununla pek çok eski İspanyol kolonisinin İspanya’dan bağımsızlığını selamladı ve Avrupalı güçleri kıtadan çekilmeleri konusunda uyardı. Tabii ki, benzer bir tanıma beyaz yerleşimciler yerine eski siyah köleler ve beyaz ırka mensup olmayan özgür insanların idare ettiği Haiti’ye kadar genişletilmedi. ABD 1862’ye kadar Haiti’yi tanımayı reddetti (köle devletlerin ilgası ABD hükümetinde bir baskı yaratana dek). Aslında ABD Latin Amerika’da asla tamamen istediği gibi davranamadı. 19. yüzyıl boyunca Latin Amerika’daki egemen ekonomik (ve politik) güç hala Büyük Britanya’ydı.

Fakat ABD, Meksika’da (çeşitli çarpışmalardan sonra), Karayip Denizinde (özellikle İspanyol- Amerikan savaşı sonrası) ve nihayet Güney Amerika’da yavaş yavaş üstünlük kurdu. 20. yy başında (Panama Kanalı’nı inşa edebilmek için) Panama’yı Kolombiya’dan kopardı ve egemen bir devlet gibi hareket edebilecek çeşitli Orta Amerika ve Karayip devletlerinde düzenini kurmak (ve ticari çıkarlarını savunmak) için donanmasını gönderdi.

Açık emperyal işgalin “big stick” (büyük sopa, zora dayalı siyasi güç) politikası, 1933’de Roosevelt bunun yerine Porto Riko, Küba ve Meksika’ya uygulanan “iyi komşuluk” politikasını ilan edene dek tek temel ABD politikasıydı. Bundan sonra da bu politika büsbütün terk edilmedi (Kennedy’nin Küba’ya Domuzlar Körfezi çıkarması, Johnson’un Dominik Cumhuriyeti’ne gönderdiği deniz kuvvetleri, Reagan’ın Grenada’yı işgali ve George H. W. Bush’un Panama’yı işgali). Ayrıca ABD’nin sayısız kez bölgedeki darbeleri örtülü biçimde desteklediği de unutulmamalıdır (Guatemala, Brezilya, Şili ve başarısız olarak-2002’de Venezüella’da olduğu gibi.) Fakat “big stick” politikası daha nazik bir diplomasiyle karşılanmaya çalışıldı. Ve George W. Bush’un Mar de la Plata’da beceriksizce kullanmaya çalıştığı da böyle bir yumuşak diplomasi metoduydu.

İşe yaramadı. Neden? Bush Latin Amerika’da yeni bir şey yapmıyor, sadece öncüllerinin politikalarını devam ettiriyorken, Irak macerası bu politikanın devamını engelledi. Orta Doğu’da -başarısız olarak- kaba kuvvet politikalarını zorlamaya çalışırken, bu, ABD’ye olan desteğin önemli ölçüde aşınmasına sebep oldu ve ekonomik, politik, askeri güç aygıtlarını da kısıtladı. Latin Amerika’da iki asırlık hakimiyetinin sonu Birleşik Devletler’in adeta ayakları kilden bir dev olduğunu gösterdi. Bunu görmek için ABD’nin güç ve prestijine sadece Mar de la Plata ve öncesinde vurulan darbeler silsilesine bakmak yeterlidir.

Arjantin Devlet Başkanı Nestor Kirchner toplantıyı, Latin Amerika’da yoksulluk ve toplumsal trajediye yol açan politikaların kaçınılmaz ve affedilmez sorumluluğunun ABD’ye ait olduğunu söylediği bir konuşmayla açtı. Özellikle IMF’nin yapısal uyum politikaları ve Washington konsensüsünden bahsetti. Bu, Latin Amerika’da solun geleneksel söylemiyse de, devletler arası bir toplantının ev sahibi, dinleyiciler arasında ABD başkanı varken bunu muhtemelen ilk kez açıkça söylüyordu. Bush çekip gitti mi? Hayır. Dilini tuttu ve sadece Kirchner’i Arjantin ekonomisinde başardığı gelişmeler için övdü.

Aynı zamanda, ABD’nin üstesinden gelemediği büyük muhalif; Venezüella Devlet Başkanı Hugo Chavez, geniş bir topluluğa ABD’nin gaddarlığını kınayan bir konuşma yaptı. Böylece diğerlerinin ya da “Fidel Castro bir tanrıdır ve Bush bir suikastçıdır” deme fırsatını bulan Arjantin’in (ve Latin Amerika’nın) futbol kahramanı Diego Maradona’nın yanında yerini aldı. Futbol yıldızları kalifiye politik analistler olmasalar da, kamuoyunda çok etkilidirler.

ABD’nin Kirchner’e ve hatta Chavez’e tepkisi yumuşaktı, çünkü ABD zirveden umduğu tek şeye, Amerikalar Arası Serbest Ticaret Bölgesi’ni (FTAA) gerçekleştirmek için alınması gereken taahhüde odaklanmıştı. ABD burada granit sertliğinde bir bloğa çarptı: dört Mercosur Devleti -Brezilya, Arjantin, Uruguay, Paraguay- artı Venezüella “hayır” dedi. Meksika Devlet Başkanı Fox, geri kalanları bir araya getirmeye çalıştıysa da, Brezilya, Arjantin ve Venezüellasız bir FTAA Chavez’in ilan ettiği gibi “ölüydü ve burada gömülecekti”. Bu ülkeler, aynı zamanda, Avrupa ve Çin’le ekonomik bağlarını ABD aleyhine güçlendirmektedirler.

Bush, Latin Amerika’da iki şey için baskı yaptı: şu anda ölü olan FTAA ve Küba’nın izolasyonu. Küba zirveye hala davet edilmemişken (edilseydi Bush gelmemiş olacaktı), sadece günler sonra BM Genel Konseyi bir kez daha ve gelmiş geçmiş en yüksek oyla (182-4, 1 üye katılmadı, 4 üye ise oy kullanmadı) Küba’daki ABD ablukasına son verilmesi çağrısında bulundu. ABD’nin Latin Amerika’dan alabildiği en iyi şeyse, Honduras ve Nikaragua’nın iki “kullanılmamış-oyu” idi.

Sonuç olarak Meksika, Mar de la Plata’da ABD’nin FTAA konusundaki birkaç destekçisinden biriyse de önceki günlerde Uluslararası Ceza Mahkemesi anlaşmasını onaylamıştı ve ABD’nin, kendi askerleri söz konusu olduğunda her yerde ısrarla savunduğu, sözde çift taraflı “non-surrender” (askerlerin yerli kanunlar karşısında dokunulmazlığı) anlaşmasını imzalamayı da özellikle reddetmişti.
Monroe Doktrini öldü ve pek yas tutanı da yok…

Immanuel Wallerstein
23 Kasım 2005

(sendika.org sitesinden alınmıştır...)

------------------------------------------------------------------------------------------

Bu ne rezalet!

Adı Hussam Tahir Hussam. Kürt kökenli Suriye vatandaşı. ABD provokasyonu ile ayaklanmaların yaşandığı Kamışlı bölgesinden. Suriye istihbaratına mensup. Lübnan’da görev yapıyordu. Lübnan eski Başbakanı Refik Hariri’nin öldürülmesine ilişkin BM soruşturmasının kilit tanığı oldu. ABD, İngiltere, İsrail ve Fransa’nın hazırladığı tezgahın kritik isimlerinden biri. “İkna” edildi.

BM’nin Hariri soruşturması için atadığı Alman Savcı Detlev Mehlis’in 15 Aralık’ta Güvenlik Konseyi’nde çıkarılması muhtemel ambargo kararının hukuki dayanağını oluşturan rapor onun ifadelerine dayanıyor. Mehlis’in sorguladığı kişilerin önüne yüzü maskeli olarak çıkarıldı. Ancak 26 Kasım’da Lübnan televizyonunun tuzağına düştü. İlk kez maskesizdi ve kimliği teşhir edildi. Bir gün sonra da Suriye’ye “sığındı”. Deşifre olunca gerçekleri açıklamak zorunda kaldı. Bakın neler söyledi. Özetle…

“Beni bu çevrelerle Lübnanlı istihbarat subayları tanıştırdı. Gözlerim bağlı ve kelepçeli olarak bir mekanda 13 gün bekletildim. Mehlis’e istenen ifadeyi vermem karşılığında 300 bin dolar nakit para, Fransa ve Lübnan vatandaşlığı, yeni bir kimlik, yeni yüz vaad etttiler. Bir Kürt ve Sünni olarak Suriyeyi yöneten 2 milyon Alevi’ye hizmet etmemem gerektiğini, teklifi reddetmem halinde Lübnanlı nişanlımı ve yakınlarımı yok edeceklerini söylediler.

“Başka seçeneğim yoktu. Mehlis’e neler söyleyeceğimi, Hariri’ye karşı nasıl komplo kurduğumuzu, ne tür patlayıcılar kullandığımızı, suikast öncesi ve sonrası kimleri telefonla aradığımızı ezberlettiler. Günlerce bunları telkin ettiler. Hepsi Suriye’yi suçlamak içindi. Mehlis’in en gözde tanığı oldum. Bir araba ve bol miktarda para tahsis edildi.

“Saad Hariri o kadar memnundu ki, benim için Fransa Cumhurbaşkanı Jacques Chirac’la görüştüğünü, Fransız vatandaşlığı verileceğini söyledi. Mehlis’in diğer tanığı olan ve dolandırıcılıktan suçlu bulunan Muhammed Zuheyir Sıddık’ın raporunu Dürzi lider Velid Canbolat ve Lübnanlı bakan Merwan Hamade hazırladı.

“Lübnan New TV’nin sahibi benimle söyleşi yaptı. Ancak anlaşmaya uymadı ve kimliğimi deşifre etti. Tv sahibi Tahsin Hıyyat’ı arayıp neden bunu yaptığını sordum. Bana; ‘gerçekleri anlatmaktan başka seçeneğin kalmadı, Suriyeliler seni yok eder, bize sığınmaktan başka seçeneğin yok, Viyana’da gerçeği anlatacaksın’ dedi. İki şey düşündüm. Ya yalanlarla yaşayacaktım. Lübnan ve Suriye saldırılara maruz kalacaktı. Vatan haini olarak tarihe geçecektim ve şerefsizce yaşayacaktım. Ya da ne pahasına olursa olsun kaçıp bu kirli oyunu ortaya çıkaracaktım. İkincisini yaptım.”

“Maskeli tanık” ne kadar doğru söylüyor, neleri abartıyor, neleri gizliyor şu an tam olarak bilmek mümkün değil. Ama Lübnan ve Suriye üzerindeki oyunların bu kadar kirli olduğunu çok iyi biliyoruz. Alman Der Spiegel dergisi, Mehlis’in dolandırıcı tanığı Zuheyir Sıddık’ın Paris’ten kardeşini arayıp “Zengin olduk” dediği telefon konuşmasını haber yaptı.

El Kaide mensubu iddiasıyla yakalanıp Kandıra Cezaevi’ne konan Suriyeli Lüvey Sakka ile ilgili gelişmeler bundan farklı mı? O da aynı tekliflere muhatap oldu. Para, kimlik değiştirme, yeni yüz ve Suriye karşıtı ifadeler. Reddederse ölüm ya da CIA uçaklarıyla gizli işkence merkezleri..

Senaryonun bir ayağı Lübnan’da diğer ayağı Türkiye’de. Ya bu senaryoya ayarlı para trafiği? Kimin parası? Hariri hangi devlet başkanına rüşvet verdi? Ortadoğu’da paylaşılamayan kimliği belirsiz milyarlarca dolarla Hariri suikastinin ne ilgisi var? Yeni işgal senaryoları hangi pastanın paylaşılması için hazırlanıyor? Hangi Arap liderlerinin ve Lübnan’ın namuslu demokratlarının bu işle bağlantısı var?

Ortaya çıkmayacak mı sanıyorsunuz? Aynı senaryolarla Irak’ta on binlerce insan katledildi. Yalanları sonradan ortaya çıktı. Beyrut merkezli yalan ise, daha şimdiden ortaya çıktı. Gerisi çorap söküğü gibi gelecek.

İbrahim Karagül
(Yeni Şafak, 30 Kasım 2005)