24 Kasım '01
Sayı: 36


  Kızıl Bayrak'tan
  Reformizm ve siyasal mücadele
  Asıl hedef işçi-emekçi hareketidir!
  Emperyalizmin askeri ve kölesi olmayacağız!
  Ekonomik yıkımın sosyal faturası ağırlaşıyor
  9 Kasım eyleminin gösterdikleri
  Aymasan: Geleceğe dersler bırakan bir direniş deneyimi
  Yoldaşlarının kaleminden Tülay Korkmaz... Her zaman direngen: Yaşamda, işkencede, hapiste
  Zorla müdahale üzerine... Bedenle savaş olmaz
  İşçi sınıfı ve emekçilerden çalınacak, sermayeye ve emperyalistlere aktarılacak!
  Afganistan'da pay kapma mücadelesi yoğunlaşıyor
  Kuzey İttifakı'nın kirli ve katliamcı sicili
  Emperyalist savaş karşıtı eylemlerinden haberler...
  Hegemonya savaşında Türkiye'nin yeri ve beklentileri...
  Mücadele deneyimi, mücadele çağrısı...
   Esenyurt İşçi Bülteni'nden...
   Mücadele tarihinden...
   ABD tehlikeli sularda yüzüyor
   Mücadele Postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 
Reformizm ve siyasal mücadele

Reformist soldaki son gelişmeler onu daha yakından izlemeyi gerektirmekte ve onunla daha sıkı bir mücadeleyi güncelleştirmektedir. SY Kızıl Bayrak önümüzdeki sayıdan itibaren bu konuya özel bir ağırlık verecektir. Komünistlerin 12 Eylül’ü izleyen dönemin kendine özgü reformist sol hareketi hakkındaki değerlendirmeleri de bu çerçevede doğal olarak ayrı bir anlam ve güncellik kazanmaktadır. “Reformizm ve Siyasal Mücadele” başlıklı yazıyı bu çerçevede okurlarımızın değerlendirmesine sunuyoruz.

SY Kızıl Bayrak

Reformizm, toplumun devrimci dönüşümü çizgisi ve pratiği karşısında, kurulu düzenin aşırılıklarının törpülenmesi ve çelişkilerinin yumuşatılması (sol iddialı burjuva reformizmi), ya da en iyi durumda onun genel barışçı ve evrimci değişimi (sosyalizm iddialı küçük-burjuva reformizmi) çizgisi ve pratiğidir. Burjuva ya da küçük-burjuva sosyal kökene sahip reformist ya da sosyal-reformist akımlar, toplumsal muhalefeti dizginlemek, düzen içi kanallarda tutmak ve bu arada işçi sınıfı hareketinin bağımsız bir devrimci konum ve kimlik kazanmasını engellemek gibi olumsuz ve yıkıcı bir rol oynadıkları için, reformizmi altetmek her zaman devrimci siyasal mücadelenin temel bir sorunu olagelmiştir. Devrimci siyasal mücadeleler tarihi, bir toplumda devrimci mücadelenin az-çok başarılı bir seyrinin ve kuşkusuz sonuçta devrimin zaferinin, her ürden reformist akıma karşı kesin, kararlı ve kesintisiz bir mücadele olmaksızın olanaksız olduğunu döne döne kanıtlamıştır.

Türkiye’nin modern temellere dayalı sosyal çalkantılara ve çatışmalara sahne olan son 30-35 yıllık döneminde, çeşitli akımlarıyla reformizm, hep güçlü bir biçimde varolageldi. Orta sınıf kökenli burjuva sol reformist akım, açıkça devrime ve sosyalizme karşıt olan konumuna rağmen, toplumsal muhalefetin de ötesinde devrimci hareketin belli kesimlerini bile belirgin biçimde etkileyebildi. Bu etkiyi devrimci saflara taşımada bir ara halka rolü de oynayan sosyal-reformist akımlar (revizyonist parti ve gruplar), sınıf hareketinin devrimcileşmeye en yatkın olduğu bir dönemde, bu hareketi kontrol etmeyi ve burjuva reformizmi üzerinden düzene bağlamayı başarabildiler. Türkiye’nin yakın tarihi, çeşitli akımlarıyla reformizmin, devrimci siyasal mücadele üzerinde ve sınıf hareketinin devrimcileşmesi karşısında nasıl da ağır bir tahrip edici rol oynayabildi&crren;ini somut olarak gösterdi.

12 Eylül faşist darbesinin ardından yığın hareketinde yeni bir gelişme ve sol harekette yeni bir toparlanma dönemini işaretleyen 1987’den bu yana on yıl geçti. Bu on yılın toplamı üzerinden bakıldığında, toplumdaki göreli ağırlığı belirgin biçimde azalmış bulunan sol hareket içinde reformizmin belirgin bir ağırlık kazandığı görülür. Oysa bu aynı dönemde reformizmin sol içindeki etki alanını görünürde sınırlaması gereken iki önemli gelişme yaşandı. Bunlardan ilki, burjuva reformist akımın kendi reformcu söylemini bile büyük ölçüde bir yana bırakacak denli MGK-TÜSİAD merkezli sermaye politikaları ile özdeşleşmesi oldu. Bu kendiliğinden bir biçimde devrimci ve sosyalist olmak iddiasındaki sol akımlar ile düzen solu arasındaki mesafeyi açtı, böylece de düzen solunun sol hareket üzerindeki etkisini gçmişe göre bir hayli sınırladı. Yeni dönemdeki ikinci önemli gelişme ise, ‘70’li yıllarda burjuva reformizmi ile devrimci hareket arasında ara bir halkayı oluşturan geleneksel sol reformist akımların (modern revizyonist akıma bağlı partilerin) revizyonist akımın uluslararası çaptaki çöküşünün de etkisiyle siyaset sahnesinden silinmeleri oldu.

Bu iki önemli gelişmeye rağmen yeni dönemin sol hareketi içinde reformist akımın belirgin bir güç kazanması nasıl açıklanabilir. Bunun gerisinde her şeyden önce ‘70’li yılların devrimci akımlarının büyük bir bölümüyle yeni dönemde reformizme kayması vardır. Bu doğrultudaki ilk büyük dönüşüm 12 Eylül karşı-devriminin ezici ağırlığı altında yaşandı. Süreç ‘89 çöküşüyle tamamlandı ve böylece, ‘70’li yıllarda coşkulu bir devrimciliğin temsilcisi olan küçük-burjuva akım, yeni dönemde, yenilginin ve yılgınlığın ürünü ve ifadesi yeni türden bir reformizmin temsilcisi ve taşıyıcısı haline geldi. ÖDP ve EMEP gibi sosyal-reformist partiler bu gelişmenin bugünkü ifadesi ve temsilcisi oldular.

Elbette bu söylenenler daha çok yeni türden sosyal-reformist akımların kökenine ve başlangıçtaki gücüne bir açıklık getirmektedir. Oysa aradan geçen yıllar içinde bu güç ve ağırlık gitgide arttı. Bunun gerisinde ne gibi etkenler var?

İlkin, yeni dönemde kitle hareketinin bir türlü devrimcileşememesi olgusu var. Nedenlerine burada giremeyeceğimiz bu olgu, anlaşılacağı üzere reformizme doğal bir varlık ve etki alanı sağlıyor. Sınıf ve kitle hareketinin geri, zayıf ve barışçı karakteri her zaman reformizmin güçlenmesine uygun bir nesnel ortam oluşturmuştur.

İkinci etmen, askeri faşist rejimin biçim olarak geride kalmış olması olgusuna rağmen, 12 Eylül’le birlikte toplumsal muhalefete ve devrimci harekete yöneltilen sistematik saldırının bugüne dek kesintisiz biçimde devam etmiş olmasıdır. Bunun yarattığı yıldırıcı etki devrimci akımlara sürekli güç kaybettirirken reformizmi doğrudan ve dolaylı olarak ayrıca beslemiştir. Örneğin, devrimci örgütten kaçışın ve legal particiliğin bu kadar güç kazanmasının gerisinde, öteki etmenlerin yanında, dolaysız biçimde sistematik faşist terör saldırısı vardır.

Üçüncü bir etken, devrimci hareketin kendi yapısal zaaf ve zayıflıklarıdır. 12 Eylül yenilgisine ve ‘89 çöküşüne rağmen ayakta kalmak gücü gösteren bazı devrimci örgütler, yenilgiden herhangi bir ciddi sonuç çıkaramadıkları için yeni dönemde eski zaaflarının olgunlaşmış sonuçları ile yüzyüze kaldılar. Gitgide kısır, ciddiyetsiz ve birçok durumda sorumsuz bir politika ve pratiğin temsilcileri olarak yığınlara güven veremediler ve bu reformist akımın güçlenmesini ayrıca kolaylaştıran bir etken oldu.

Son olarak, Kürt ulusal hareketinin çelişik etkisinden sözedilebilir. ‘80’li yılların ikinci yarısından ve ‘90’lı ilk yıllarda Kürt halkının ulusal uyanışı ve eyleminin devrimci hareketi moral açıdan beslediği açık bir olgudur. Ne var ki Kürt ulusal hareketi “siyasal çözüm” çizgisine kaydığından beri, bu kez tersinden, Türkiye sol hareketi içinde reformizmi siyasal ve moral açıdan beslemektedir. “Siyasal çözüm” çizgisi, yalnızca reformist politikalara meşruluk kazandırarak değil, yanısıra, Türkiye cephesindeki siyasal mücadelesinde, reformist akımları en iyi anlaşabildiği müttefikler olarak seçtiği içindir ki, bu sayede reformizmi ayrıca güçlendirmektedir.

Tüm bu etkenlerin birleşik etkisi altında, reformizmin, devrimci akımların güç kaybettiği bir evrede nasıl da nispi bir güç kazandığını son bir yılın olayları daha açık bir biçimde gösterdi. Özellikle de Susurluk sonrası süreç bu rahatsız edici gelişmeye tanıklık etti. Bu aynı dönemde bazı devrimci akımların reformist politik yönelimler içine girmesi, anayasal hayalleri bizzat körüklemesi, reformist akımın güçlenmesinin bir başka göstergesi sayılmalıdır. Şu son dönemde araya yeniden mesafeler konulmaya çalışılsa da, aynı devrimci çevrelerin reformist eğilimlerine, başta ÖDP olmak üzere reformist akımlarla ittifak ilişkilerine duyulan özel eğilim eşlik etmekteydi. Bu ise, doğal olarak reformist akıma ayrı bir politik meşruluk ve dolayısıyla güç kazandırmaktaydı.
Sosyal-reformist akımlar, kendi konum ve çizgileriyle devrimci siyasal mücadeleyi zayıflattıkları ölçüde, nesnel olarak düzene hizmet etmiş olmaktadırlar. Bu her zaman böyledir. Fakat son zamanlarda bazı örneklerini yaşadığımız yeni bir durumla karşı karşıyayız. Kuruluşundan beri ÖDP’yi birleşik bir tutumla kollayan düzen cephesi, gerek Susurluk sonrası evrede ve gerekse ordu-Refah gerginliği döneminde, bu akıma daha özel bir destek vermiş, çok bilinçli bir tutumla onu öne çıkarmış ve elbetteki kendi ihtiyaçları çerçevesinde yönlendirmiştir. Sultanahmet mitingi bunun en taze ve en açık örneği olmuştur. Susurluk sonrasında “demokratik devlet” şiarı atan ve hızla bu yeni çizgide yeni bir platformu açıkça ortaya koyan EMEP ise, aynı rolü 1 Mayıs kutlamaları esnasında oynamıştır. Susurluk sonrası süreçte açıça MGK çizgisinde hareket eden merkezi sendika bürokrasisi, son 1 Mayıs’ta, yine çok bilinçli bir tutumla, EMEP’i kullanma yoluna gitmiştir. 1 Mayıs kutlamalarını kendi cephesinden bugüne dek görülmemiş uysallıkta bir seremoniye dönüştürerek EMEP de, sendika merkezlerinin bu hain çizgisine gerekli karşılığı vermiştir.

Doğal olarak tüm bu gelişmeler, devrimci akımların aynı dönemdeki genel güçsüzlüğü ve güç kaybetme eğilimi de düşünülürse, reformizme karşı mücadeleye apayrı bir önem ve anlam kazandırmaktadır.

Komünistler, yıllar önce, 12 Eylül’ün yıldönümünü vesile ederek, kitle hareketinde bir türlü aşılamayan tıkanıklığı “reformist kuşatma” yönünden irdeleme yoluna giden bir değerlendirme yapmışlardı. Bu değerlendirmeden, reformizme karşı mücadelenin devrimci siyasal mücadele açısından taşıdığı özel anlamı özetleyen ve bugün hala güncelliğini olduğu gibi koruyan uzunca bir bölümü buraya aktarmakta yarar görüyoruz:

“Tüm bunlar işçi sınıfını ve çalışan yığınları ideolojik-politik ve kültürel cephelerde saran genel bir düzen kuşatmasının değişik halkaları ve biçimleridir. Ne var ki bu kuşatmanın çok daha özel bir alanı var ki, burada asıl ona gelmek istiyoruz. Bu, yığınların bugünkü büyük hoşnutsuzluğuna rağmen, yığın hareketinin bir türlü kendine devrimci gelişme yolu bulamamasının önündeki çok temelli bir engelde ifadesini bulmaktadır. Reformist kuşatmadan sözediyoruz. Reformizmi burada terimin en geniş anlamında kullanıyoruz. Yani en kaba biçimlerinden devrimci kılığa bürünmüş en incelikli biçimlerine kadar tüm reformist eğilim ve akımları kastediyoruz. Kuşku yok ki bugünün genel kuşatma ortamında üzerinde asıl durulması gereken de bu özel alan, yani reformizmdir. Basit bir evrensel gerçekten dolyı bu böyledir. Her toplumda ve her zaman, düzen, yığınların nispeten ileri kesimlerini, her çeşidiyle reformizmi en etkin biçimde kullanarak şu veya bu ölçüde dizginlemeyi ve kontrol altında tutmayı başarabilmiştir. Oysa yığınların nispeten ileri kesimleri, toplumda ileriye doğru bir hareketlenmenin, devrimci yığın hareketindeki yolaçıcı bir gelişmenin potansiyel motorudur. Yığınların en ileri kesimlerindeki bir hareketlenme onların ortaya koyabilecekleri her ciddi etkinlik, daha geniş ve daha geri kesimlerin sarsılmasında, uyanmasında ve giderek hareketlenmesinde temelli bir rol oynar. Yığın hareketinin gelişme diyalektiğinin bir temel özelliğidir bu.

“Oysa bugün, bugünün Türkiye’sinde, tam da bu en ileri kesim, her renkten reformizmin yoğun bir kuşatması altındadır. (...)

“Kaba burjuva reformizmi yığınların ileriye, sola açık daha geniş kesimlerini dizginleme rolü oynarken, ‘sosyalist’ ya da ‘devrimci’ kılıklı olanlar bu sola açık kitlenin en ileri kesimlerini düzen içi bir bakışa ve davranışa mahkum etmektedirler. (...)

“Devrimci gelişmeyi ilerletmek, her alanda ve her biçimde reformizme karşı dişe diş bir mücadeleyi gerektirmektedir. Fakat bu mücadelenin ideolojik alanı ile pratik alanı organik bir biçimde kaynaşmaz, mücadele bu ikisinin bütünlüğü içinde yürütülemezse, başarı şansı da olmaz. Pratik cephe yığınlara yönelik devrimci pratik görevlere sıkı sıkıya sarılmak, kitle hareketindeki her gelişmeden en iyi biçimde yararlanmayı başarmak demektir.

“Unutulmamalıdır ki, reformizm yalnızca militan devrimci görevlerden uzak durmada ve yığın hareketini geriye çekmede ifade bulmakla kalmaz. Fakat o aynı zamanda, tam da devrimci faaliyetteki aşılamayan yetersizlikten ve kitle eylemindeki gerilikten güç almaya, kendi durumunu ve tutumunu bununla mazur ve meşru göstermeye çalışır.”(Reformist Kuşatma, Ekim, başyazı, sayı: 105, 15 Eylül 1994)

(...) Partimiz, reformizme karşı mücadeleyi devrimci siyasal mücadeleyi ilerletebilmenin olmazsa olmaz koşulu olarak ele alan perspektifiyle, bu akımın gerek sınıf hareketi gerekse sol hareket içindeki etkinliğine karşı sistemli, çok boyutlu ve kesintisiz bir mücadele yürütecektir. (...)

(Ekim’in 1 Ağustos ‘97 tarihli 174. sayısının başyazısıdır...)