2025 Eylül’ü: Toplumsal dönüşüm arayışı
A. Engin Yılmaz
21. yüzyıl, insanlık tarihinde eşi benzeri görülmemiş ölçekte çoklu krizlerin iç içe geçtiği, sistemin bütün çarklarının aynı anda tökezlediği bir dönem olarak şekilleniyor. Toplumsal yaşamın ve uluslararası ilişkilerin tüm alanlarını kapsayan bu bütünlüklü kriz koşullarının da etkisiyle, sisteme karakterini veren başlıca çelişmeler günden güne keskinleşmektedir. Bunun yarattığı sonuçlar ise, günümüz dünyasında yaygın ve zengin bir sosyal mücadeleler tablosu sunmaktadır. Toplumsal direnişler dünya genelinde daha kitlesel boyutlar kazanmakta, isyan ve ayaklanmalar biçimini alarak yıldan yıla güçlenmektedir.
2010’ların ikinci yarısından itibaren çeşitli biçimlerde yükselen halk hareketleri, 2025 yılı itibarıyla yeni bir evreye girmiş görünüyor. Eylül ayında farklı kıtalarda neredeyse eş zamanlı olarak gerçekleşen ayaklanmalar, halkların ve emekçi sınıfların adalet, eşitlik ve özgürlük taleplerini yükselttiği bir dönemeç oldu. Farklı kıtalarda patlak veren protestolar, grevler ve halk ayaklanmaları, ekonomik krizlerin, otoriter yönetimlerin, yolsuzlukların ve neoliberal politikaların biriktirdiği sosyal öfkenin dışavurumuydu. Yerel farklılıklara rağmen, bu mücadeleler ortak toplumsal dinamikler etrafında birleşerek küresel bir direniş dalgası oluşturdu.
***
Asya’da Nepal, gençliğin dijital hakları korumak ve yolsuzluk karşıtı eylemlerle başlayan hareketin fitilini ateşlediği bir halk isyanına sahne oldu. Hindistan’da işçi sınıfı tarihsel mücadele mirasını bugüne taşıdı. Ekonomik taleplerle başlayan grevler, sosyal adalet ve eşitlik istemleriyle daha geniş bir niteliğe büründü. Bangladeş, Sri Lanka ve Doğu Timor’da da gençlik ve emekçi kesimler yoksulluğa, ayrıcalıklara ve sömürüye karşı sokaklardaydı. Latin Amerika’da ise mücadele, neoliberal yıkımın enkazı üzerinde yükseldi. Brezilya, Meksika ve Peru’da emekçiler, yerli halklar ve gençlik, işsizlik, ekolojik yıkım ve yolsuzluklara karşı alanlardaydı.
Avrupa’da Fransa, işçi sınıfının tarihsel mücadele hattına yeni bir halka ekledi. Kemer sıkma politikalarına karşı milyonların katıldığı genel grevler, yalnızca ücret mücadelesi değil, sermayenin sınıf egemenliğine karşı topyekün bir karşı duruştu aynı zamanda. İtalya’da havayolu, liman ve yer hizmetlerinde grevler sürerken, aynı zamanda Filistin’e destek için de genel grevler düzenlendi. Romanya ve diğer ülkelerde emekçiler, iş koşulları üzerinden yükselen öfkeyi ortak sınıf taleplerine dönüştürdü. Afrika’da ise Fas öne çıktı. Yerel yönetimlerde çalışan emekçilerin grevleri, sendikal hareketin toplumsal desteğini arkasına alarak kitlesel bir mücadeleye dönüştü.
2025 Eylül’ü, dünya halklarının ve emekçilerin farklı coğrafyalarda eş zamanlı olarak ayağa kalktığı, tarihsel önemi olan bir dönem olarak kayda geçti. Bu çok merkezli direniş dalgası, her ülkenin kendine özgü sorunlarından doğsa da temel taleplerde birleşti ve yeni bir direniş döneminin habercisi oldu.
Ortak dinamikler: Yoksulluk, otoriterlik ve meşruiyet krizi
1980 yılı, dünya kapitalizmi için tarihsel bir dönüm noktasıydı. Bu tarihten sonra sermaye sınıfı, dünya genelinde işçi sınıfı ve emekçilere karşı kapsamlı bir saldırı başlatmıştır. Bu süreç, “neoliberalizm” olarak adlandırılan ve yaklaşık son 50 yılı şekillendiren bir egemenlik biçiminin başlangıcıdır. Neoliberal saldırı politikası, emeğin toplumsal kazanımlarını adım adım ortadan kaldırmayı amaçlamıştır. 20. yüzyıl boyunca mücadeleyle kazanılan sosyal haklar sistemli olarak budanmış, sendikal örgütlülüğe darbe indirilmiştir. Özelleştirmelerle kamu mülkiyeti sermayeye peşkeş çekilmiş, taşeronlaştırma ve esnek çalışma yöntemleriyle işçiler güvencesizliğe mahkum edilmiştir. Eğitim ve sağlık hizmetleri ise metalaştırılarak temel insan ihtiyaçları bile sermayenin kar elde ettiği alanlara dönüştürülmüştür.
Bu neoliberal dönüşüm, “bireycilik”, “piyasa özgürlüğü”, “rekabet” ve “verimlilik” gibi ideolojik söylemlerle örtülmüş, yüz milyonlarca kişinin yoksullaştırılması bir “başarı hikayesi” gibi sunulmuştur. Ancak aradan geçen 40 yılı aşkın sürede bu sahte görüntünün ardındaki gerçekler giderek daha açık hale gelmiştir. Gelir eşitsizliği artmış, sınıflar arasındaki uçurum derinleşmiş, çalışma koşulları kötüleşmiş ve özellikle genç kuşaklar için geleceksizlik kalıcı hale getirilmiştir. Neoliberalizm, vaat ettiği refahın aksine, dünya çapında bir yoksulluk düzeni yaratmıştır. Yaşam maliyetleri hızla artarken ücretler yerinde saymakta, gıda, enerji, barınma ve temel hizmetler emekçiler için erişilemez hale gelmektedir. İşsizlik, güvencesizlik, esnek ve taşeron çalışma biçimleriyle milyonlarca emekçi geleceksizliğe mahkum edilmiştir.
Bu ekonomik kuşatma, siyasal bir saldırı ve yozlaşmayı da beraberinde getirmiş, siyasal gericilik adım adım kurumsallaştırılmış, otoriterleşme, yolsuzluk ve liyakatsizlik sıradanlaşmıştır. Son yıllarda ve aylarda dünyanın dört bir yanında patlak veren grev ve genel grevler, çeşitli biçimler içindeki halk hareketleri, bu çelişkilerin doğal ve kaçınılmaz sonucu olarak ortaya çıkmıştır.
Ne var ki bu yaygın ve yer yer radikal içerikli halk hareketleri, örgütsüzlük ve stratejik yön eksikliği nedeniyle çoğu zaman sistemin sınırlarını aşamamaktadır. Spontane gelişen isyanlar, örgütlü bir sınıf gücüne dayanmadığı zaman kalıcı değişimler yaratmakta zorlanmaktadır. Egemen sınıflar, bu tür hareketleri ya şiddetle bastırmakta ya da reform vaadiyle pasifize edip soğurmaktadır.
İsyanlardan devrime: Sarsıntıların tarihsel önemi
Halkların, kapitalizmin yapısal krizlerine karşı verdiği bu eşzamanlı tepkiler, ekonomik-sosyal taleplerin yükseltilmesinden ibaret değil. Yeni bir toplum arayışının potansiyelini de içinde barındırmaktadır. Dolayısıyla bugünün isyanları, yarınki toplumsal devrimin öncülü sayılmalıdır. Toplumsal isyanlar, ayaklanma ve büyük çaplı halk hareketleri genellikle beklenmedik anlarda patlak verir. Ancak bu “ani” patlamaların gerisinde yılların birikmiş öfkesi, bastırılmış talepleri ve çözülmemiş çelişkileri var. Bu isyanlar dağınık ve kendiliğinden patlak vermiş olsa da aslında sistemin meşruiyetinin derinden sarsıldığını ve mevcut düzenin sürdürülemez hale geldiğini göstermektedir.
Toplumdaki krizler derinleşip sistem kendini yeniden üretmekte zorlandıkça, ortaya çıkan isyanlar sadece bir öfke patlamasının değil, aynı zamanda yeni bir toplumsal düzen arayışının ifadesi haline gelir. Devletin baskı araçlarının devreye girmesi, medyanın olayları çarpıtması ve iktidarın polis şiddetine yaslanması, emekçiler nezdinde sistemin gerçek yüzünü ortaya çıkarır. Bu da sadece mevcut politikalara değil, bütün sisteme yönelik ciddi bir sorgulamayı tetikler.
Bu tür hareketler çoğu zaman örgütsüzlük, dağınıklık, baskılar, sınırlı hedefler ve önderlik eksikliği gibi engellere takılsa da, barındırdıkları tarihsel enerji doğru bir yön bulduğunda, toplumsal bir dönüşümün yolunu açan bir zemine dönüşebilir. Elbette her isyan bir devrime dönüşmez. Ama her devrim, isyanlar, ayaklanmalar, grevler ve kitlesel direnişlerle başlar. Yani her devrimin öncesinde bu tür sarsıcı olaylar yaşanır. Devrim bir anda ortaya çıkan ani bir kopuş değil, uzun süren mücadeleler birikiminin doruğudur. Bu yüzden isyanları sadece geçici öfke patlamaları olarak değil, olası devrimlerin habercisi olan öncü sarsıntılar olarak değerlendirmek gerekir.
Devrimci sınıf ve devrimci parti ihtiyacı
Kapitalist sistem ne üretici güçleri insan soyunun ihtiyaçlarına göre geliştirme kapasitesine sahip ne de insanlığın en temel ihtiyaçlarını karşılayabilmektedir. Aksine, üretim araçlarının özel mülkiyeti üzerine kurulu bu sömürü düzeni, dünyayı her bakımdan bir yıkıma, siyasal çürüme ve kitlesel sefalete sürüklemektedir. Emperyalist-kapitalist zincirin her halkasında patlayan kriz, kapitalizmin tarihsel ömrünü tamamladığını göstermektedir. Bugün artık mesele, bu düzenin “ıslahı” değil, tümden aşılmasıdır. İnsanlık ya sermaye diktatörlüğünün çıkarları uğruna yok oluşa sürüklenecek ya da üretim araçlarının toplumsal mülkiyetine dayalı, sınıfsız, sömürüsüz sosyalist bir dünya kurma yolunda ilerleyecektir.
Bu tarihi yol ayrımında, işçi sınıfının rolü benzersizdir. Sadece ekonomik taleplerle sınırlı kalan bir mücadele değil, siyasal iktidar perspektifini esas alan devrimci bir sınıf hareketi, karşılanması gereken en temel ihtiyaçtır. Kapitalizmi aşacak güç, onun çelişkilerinden doğan, örgütlü ve bilinçli işçi sınıfıdır. Bugünün görevi, bu sınıfın öncüsünü, yani devrimci partisini güçlendirmek, onu teorik, politik ve örgütsel olarak donatmaktır. Kapitalizmin krizinden çıkış yoktur. Ancak sınıf ve emekçilerin biricik kurtuluşu olan devrim seçeneği vardır. Sorun, bu düzenin mezar kazıcısı olan işçi sınıfının tarihsel misyonunun bilincine varması ve örgütlü bir devrimci irade haline gelmesi için güç, imkan ve araçları seferber etmektir.
Bugün dünya yeni bir tarihsel dönüşümün eşiğine yaklaşmaktadır. Kapitalizm hem ekonomik hem ekolojik krizleriyle bir çözülme dönemine girmiştir. Ancak hiçbir düzen kendiliğinden yıkılmaz. Onun yerini neyin alacağı, hangi toplumsal güçlerin ne ölçüde örgütlü ve bilinçli olduğuna bağlıdır. Bu noktada kitleleri devrimci sınıf çizgisi ve devrimci sınıf partisiyle buluşturma ihtiyacı, bugünün mücadelelerini geleceğin toplumsal devrimine bağlayan stratejik önemde bir sorun olarak çözülmeyi beklemektedir.
|